Onların Çocukları...

Onların Çocukları...
Yönetmenliğini Murat Saraçoğlunun, senaryo yazarlığını Sırrı Süreyya Önderin üstlendiği O..... Çocukları, adından başlayarak senaryosunun her hatlarına kadar sevgi ve merhamet tanımayan bir dünya gö
Yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun, senaryo yazarlığını Sırrı Süreyya Önder’in üstlendiği film, bağıran ismiyle ve medyanın ısrarla gündeme getirdiği (aslında filminde çok kısa bir yere sahip ve olmasa da olacak) malum sahne ile gündeme geldi. (Aslında bu sahnenin gündeme getirilmesinin; filmden çok, çocuksu rollerin oyuncusu olarak tanımlanan Özgü Namalʹın kadınsı(!) karakterleri de oynar iddiasını güçlendirme operasyonundan ibaret medyatik operasyon olduğunu da, gözden kaçırmamak gerekiyor).  Oyuncular, açıklamalarında, filmin asıl söylemek istediğinin yerine, isme ve malum sahneye takılanlara sitem gönderiyorlar. Nedendir bilinmez, bu tip projelerde, dikkat çekme amaçlı servis edilen sunular, tartışılınca, imza sahipleri, “Tek bir sahne, tek bir isim üzerinde duruluyor ”diye gereksiz bir alınganlık gösterirler.

Filmin ismi, tepkisel duruşunun ilk adımını atıyor ama hikayeden ilk rolü çalıyor. Ağrılı bir tema olmasına karşın yer yer güldürüyor. Düğüm sahnelerde, seyirci, Kıraç’ın sesiyle can evinden vuruluyor. Oyuncu, müzik, yönetmen, senaryo yazarı, özellikle konu seçimiyle, akıllı bir tasarım.

Aykırıların Hikayesi

Hayat kadınları, onların çocukları, 12 Eylül döneminin bazı ezilenleri, töre mağduru, İtalya’da şan eğitimi alan modern bir genç kız, hayatın her türlü sillesini yemiş bakıcı bir kadın, ilk karelerde seyirciyi yakalıyor. Senarist ve yönetmen işbirliği, hiç benzemeyenlerin yolculuğundan olay ve durum hikayesi çıkarıyor. Bir röportajında, cunta zihniyetiyle hesaplaşmak gerektiğini söyleyen Sırrı Süreyya Önder, gerçekte tanıklık ettiği birtakım olayları senaryoya aktarmış. Yönetmen, “ Aslında söylenecek çok şeyin, pek azına öylesine değindik” havasında.

Şiddet

Sorgu sürecinde işkence yapan polisler görüyoruz. Neyi sorguluyorlar? Meryem ve eşine yönelttikleri suçlama nedir? Fazla detaya inilmiyor. Meryem’ e sorulduğunda “Tek suçunun insanları sevmek” olduğunu belirtiyor.

Yönetmen sanki “Onlar ne yapar eder, bir bahane bulurlar” demek istiyor. Küçük hayatlarında devam ederlerken, Mediha’nın (Deniz Özerman) kesik yüzü, raysız bir trende seyahat ettiklerini gösteriyor. Bağdagül, (İpek Tuzcuoğlu) tam bir töre mağduru değil. Töre kavramını da aşan, insanlıkla bağdaşmayan bir vahşetin kurbanı.

İyi Erkek Yok mu?

Ezilenlerin daha çok kadın olduğunu görüyoruz. - İşkence sahnelerinde şiddet gören, öldürülen siyasi mahkumların dışında,- Çok iyi erkek arayan yönetmen, İstanbul’un, yoksulluk kokan sokaklarında, sıra dışı, insanlara güzel bakmayı bilen tertemiz bir kişilik buluyor: Altan Erkekli.

Mehtapla Donetella

Demet Akbağ, oyun gücüyle, “Bakıcı rolünü başkası oynasaydı, olmazdı” dedirtiyor.  Mehtap Anne tiplemesine, “Devenin gölgesinde karınca ezilmez -Ömür değil ihtiyarlık uzar - Ölümün ölüye zoru yoktur, acıyı geride kalanlar çeker” replikleriyle ve küfür literatürüyle renk verilmiş.

Emanetçi anne, çocukları, kafasında çizdiği disiplin anlayışıyla, büyük bir özveriyle yönetse de onları, küfürlü ağzından koruyamıyor. “Bu çocuklar böyle gelmiş böyle gider” diyor. Onlara yeni bir hayat sunmanın imkansızlığını savunuyor. Donetella, (Özgü Namal) prenses duruşuyla, çocukların her ne olursa olsun eğitilmesi gerektiğini savunuyor. Donetella ile Mehtap karakteri her halleriyle iki zıt kutbun sembolleri. Örselenmişle, işlenmişi oynuyorlar. Ayrı cevapları var olanlara. Mehtap, Donetella’nın, çocukları, asla ulaşamayacaklarıyla tanıştırmasından rahatsız. Donetella, kendini daha az yabancı hissetmeye başladığında Saffet’le (Sarp Apak) yakınlaşıyor. Ama yönetmenin ana derdi başka olduğu için, bu aşk hikayesinin üzerinde pek duramıyor.

Filmin En Kaybedeni

İpek Tuzcuoğlu,(Bağdagül) bir değil iki kişilik güçte bakan gözleriyle, filme ağırlığını koyanlardan. Konuşmasa, sadece baksa yetiyor. Evlendiği adamın kardeşi, babası, bir olup taciz ediyorlar... Törelerin sert yasalarından dolayı sesleri kısılan kadınların din ve ahlak kavramının önemsenmediği ortamlarda kadınları nasıl sömürdüğü bu sahnelerde ayan beyan görünüyor...


Bağdagül’ün, bu eve kaçışı, en haklı kaçış. Sığınacak tek bir kapı bulamayan Bağdagül, keşke bu kadar çaresiz olmasaydı. İşlek zekasını kullanmasına izin verilseydi. Alıcı kuşlar pençelerine öncelikle, yalnız kalmış, eğitimsiz, işlevsiz kadını alırlar. Sokakta kalmış kadınlara, devlet koruması şart.

İlk Adımlarını, Kaybetmiş Olarak Atan Yazık Olmuş’lar

Bizim çocuklar öteki çocuklar olmuş. Annelerinin geçmişlerini sırtlarından asla atamayacaklar. Mehtap Anne evinde barınırken, kim olduklarını anlamıyormuş gibi davransalar da sokağın tepkilerini duyuyorlar. Steril bir ortamda yaşamadıkları kullandıkları dilden belli. İnsanın isyan edesi, “Dur” diyesi geliyor. Mehtap Anne evindeki çocuklardan çok daha kötü yaşantılara sahip, gerçek çocuklar yaşıyor bu ülkede. Filmde, olumlu olumsuz her ortamın, çocukları nasıl etkilediği en çarpıcı şekilde işleniyor. Yanlış şekillenmeye yüz tutan körpe hayatların, küçücük bir destekle bile düzelebileceği tezi savunuluyor.

Anneler Her Yerde Anne

Bağdagül, Meryem… Duygularıyla ne çok benziyorlar. Çocukların emanet ediliş sahnelerinde ayniler. Çünkü onlar anne. Çocukları olmasaydı her şey onlar için daha kolay olacaktı ; belki bu kadar ezilmeyeceklerdi. Yedikleri vurgun daha az acıtacaktı. İyi eğitimli bir anne veya çok cahil bir hayat kadını; iş, anne olmaya gelince hiç fark etmiyor. İkisi de çocuklarını koklayarak seviyor.

Kullanılanlar ve Kullananlar

Egemen aydın görüş der ki: “ Söz konusu kurum, legal olarak toplumda yer almalıdır”. Hatta daha da ileri giderler, düşmüş kadınları, toplumun namus kurtaranları olarak ilan ederler. İçinde bulunduğumuz sistemde devlet bu insanlardan vergi alıyor. Yasal olarak hayatlar satılıyor. Empati özürlü insanlık olur mu? Oluyor! “Vah vah! Onlar da insan dışlamayalım” diyenlerin aklına, neden bu kadınların hayatını temize çekmek gelmez? “Seçkinleri yaşatmak adına, köle ilan edilenler kurban edilsin” zihniyeti hangi aklıselime uyar? Hakların savunucuları, bu meseleye gelince susarlar. Herhalde bir şeylere aykırı olur düşüncesiyle! Filmin de belki böyle bir problemi yok. Ama filmi seyreden, öteki bakışlardan biri de bu noktaya takılmaktan kendi alamaz.

Hayat kadınlığı kurumu yaşatıldığı sürece onlara çocuk olarak doğmak zorunda kalanlar da olacaktır. Hayat kadınlığı kurumunun özneleri, damgaladıkları kadınlardan çok uzaklarda, aileler kurup, temiz hayatlı çocuklara babalık yapabiliyorlar.

Yarınları çalınan çocuk manzaralarına, şöyle bir bakınca, suçlu arıyor insan. Suçlu, insanlıktan nasibini almayanlar ve insanlığın bir erdem olduğunu hiç aklına getirmeyenler! Yani insaniyetsizlik...

Funda ve Kıraçʹın sesinden seyirciyi derinden vuran,


 “arayan dostlarım beni bulmasın
doğmasın güneşim sabah olmasın
kuytu bir köşede ömrüm son olsun
canıma kastım var yaşamam artık” dedirten ruh halini insanlara kimsenin yaşatmaya hakkı olmadığını unutmayalım...



(Haber 7)